Haftanın ikinci iş günü. Masamdan köprünün ucunu görüyorum hafiften. Demin aklıma çok komik bir şey geldi. Komik şeyleri anlayan insanlar yanımda olsaydı en az 3.5 dakika gülerdik. Sonra unuttum o şeyi. Çünkü komik şeyler kaka gibidir, geldiği anda yapmazsan bir daha ne zaman geleceğini asla bilemezsin.
Yol hariç 3500 tl karşılığında, gülmeyi unutan yaşlı gözlere komiklik yapabilirim. Bu da buradan duyurumdur sayın milletvekilleri.
KAYBOLDUM GALİBA
10 Şubat 2020 Pazartesi
Acil bi 50 bin lira ateşleyebilecek olan var mı?
Ayda 2 bin lira harcasam 2 sene kafam rahat. 2
sene içinde gider bir doktora yaparım. Doktora projemi beğenen Massachusetts Teknoloji Üniversitesi aylık 10
bin dolar teklif ederek beni araştırmacı olarak transfer etmek ister. Ben
Amerika çok uzak olduğu için gitmeye üşenirim. Siz Balıkesir’e gelemez misiniz
diye bir sorar yine de şansımı denerim. Rafael Reif beni ikna etmek için
beraber Doğu Ekspresine binip çay demlerken fotoğraflarımızı instaya atmayı
dahi teklif eder ama ben instagramdaki insanların iflah olmaz birer aptal
olduğunu düşündüğüm için bu plana şiddetle karşı çıkar “go home yankee” diye
bağırarak kendisini pegasus economy class ile ülkesine yollarım.
İlk senenin sonunda 25 bin liram kalır. Ben
param azalıyor diye strese girer Koç Holding’ten 5 bin liralık hisse alırım. 3
ay sonunda param 5.700 tl olur. Faize koyar ayda 214 tl alırım. Aylık akbil
için hala 70 tl eksik kaldığı için ek gelir elde etmek adına Tromso’ya gider 2
ay balık ayıklarım. Ellerim çok çatladığı ve kanadığı için 3.ayın başında
dönerim. Memlekete döndüğümde İlker Canikligil beni keşfeder ve Flu Tv’de,
Seinfeld’den arakladığım “It’s a show about nothing” konseptinde bir programa
başlarım. Birkaç aya kalmaz şöhretim dünyayı sarar. Jerry Seinfeld telif davası
açar, İlker Canik kulaklarımdan tuttuğu gibi kapıdan atar. Ama programdan 120
bin lira daha kazanmış olduğum için oradan da bir 5 sene kazanırım. Zaten 2 yıl
da baştan vardı. Emekli olmam için kalan 1 yılı da Tokat’ta babaannemin evinde geçiririm.
Bu plan dahlinde 2085’e kadar sizinleyim.
Bazı liseliler prostata sebep oluyor...İşte o liseliler
Bahardan
itibaren Davutpaşa lisesi ile vatan caddesi arasındaki yolu haldır haldır
yürüyorduk kan ter demeden. Hadi diğerleri otobüs yolcusuydu, 35d’nin en arka
koltuğunda dal daşşak oturan sidikli amcadan kurtulmaya çalışıyor olmaları
anlaşılır bir durumdu. Peki ya ben? Benim de hafifletici sepetlerim vardı
elbette. Tüm ergenlik evrelerimi tamamlamış (sivilceler hariç) olmama rağmen
hazırlık sınıfındakilerle servise biniyor olmak, 15-18 arası büründüğüm
sikimsonik asi tarzımın dibine darı ekiyordu. Annemin bizim mahalleye
mitsubishi prenses markalı otobüsü ile giremeyen servis şöförü ile tartışmalarının
sonuç vermemesi feci işime yaramıştı. Alt sokaktan biniyorum ayağına emniyetin
ordan kızılelmaya doğru yardıran arkadaşlara canımı dişime takıp
yetişiyordum.
Sabahları
Fındıkzade’deki “Pastacı” isimli mekanda kahvaltı yapıyor, ilk dersin
ortalarına doğru camdan fizik hocasına “günaydiiin hoceam ehahaha”
yavşaklığıyla seslenip 10-15 kişi sırt çantalarımızı hışırdatarak zaten dersle
bağlantısı olmayan ve sıra altında öss kasan arkadaşların konsantrasyonunun da
bir güzel içine sıçıyorduk.
Hele
akşamları eve yürüyerek dönmek paranın ve mastercard’ın satın alamayacağı
şeylerdendi. Zira yolda gördüğümüz bütün dükkanlara tıpkı ekmek kırıklarına
topluca saldıran karıncalar gibi dalmamız, mağaza çalışanları tarafından
nefretle izlenmemize rağmen, asla satın almayacağımız kırmızı deri pantolonlar,
leoparlı taytlar, payetli bluzlar deniyor olmamız sanki hayatta yapılabilecek
en büyük çılgınlıklarmış gibi geliyordu. O yer yüzündeki en berbat forma
kombinasyonu olan kırmızı beyaz yeşil renklerden oluşan, kareli, önden iki
pileli etek, beyaz gömlek, lacivet kırmızı çizgili hırka ve boynumuzda inek
çanına benzeyen armalarımızla “dünyanın amına koyuyorum hafız” tavırlarımız
şüphesiz ki her akşam caddedeki esnaf tarafından breh breh efektleriyle
kınıyor, kahvedekiler ınının diyordu.
Bazı
akşamlar da bir okuma aşkı sarıyor dört bir yanımızı, soluğu fındıkzadede bir
ara sokakta, bulduğu liseli kızı “o kitap üst katta gel göstereyim” deyip
merdivenlere atıp götünü başını seyreden immoralist amcanın dükkanına gidiyor,
sadece dış taraftaki güvender test kitaplarına bakıyor, eğer çözülmüş
karalanmışsa öldü fiyatına satmayı kabul ederse alıyorduk.
Bir
akşam yine eve dönerken, akdeniz caddesinin oraya gelince peşimize birkaç
dilenci çingene çocuk takıldı. Çantamızda takılı “boşveeer, kronik öğrenci,
anathema, kurt cobain, slayer,papa roach rozetlerimizi çalmaya çalışıyorlardı.
Aramızdan bir arkadaş balat’lıydı. O böyle mahalle savaşlarında aduket çekmeye
idmanlı olduğundan dolayı “siktirin gidin”le başlayan bir dizi küfür etti.
Çocuklar sümük. Tedaviye yanıt vermiyolar. Ama mihriban’ın nörotransmitter
akışında bozukluk var. Tuttu bi tanesini duvara yapıştırıp boğazını sıkmaya
başladı. Katiyetle elinden alamıyoruz. Çocuk morarıyor falan. Ablaaaa
allaaşkına yapmıycam bidaa bırak diye yalvarıyor. Kızı ayıramıyoruz çocuğun
boğazından garanti öldürücek. Mihriban’a aparkat atıp ağzını burnunu kırdım ben
de. Çocuğa da çaprazlama kafa attım. Coştum bir kere duramıyorum, dükkanın
önünde çay içerek bizi seyreden berbere bi swing yaptım. O sırada camiden çıkan
müezzin durun evladım yapmayın günahtır deyince koşarak şadırvana gidip abdest
aldım ve sinir krizi geçirdim. Gözümü hafif aralar gibi olduğumda dövdüğüm tüm
insanların başımda ayılmamı beklediklerini görünce bir sinir krizi daha
geçiriyorum bahanesiyle koşarak eve gittim.
Ertesi
sabah servis saati 7.45 olmasına rağmen 7.20 sularında kırmızıgül börekçisinin
önünde mitsubishi prenses’i bekliyordum. Servise binip “günaydın yılmaz abi
nağber” dedim. Cevap vermedi.
2011 İkitelli Sanayi
O
sabah iş yerine gittiğimde birden herkesten nefret ettiğim farkettim.
Tepsimi
alıp kahvaltılıklarımı yerleştirirken “ börek de ye börek de, tokattan geldi
ablaaa” diyen aşçıya ters ters bakıp mistik ve demli bir çay doldurdum kendime.
Her sabah oturduğum masayı yine aynı geyikleri çekemeyeceğimden dolayı es geçip
ileride teknik servisin oturduğu masaya iniş yaptım.
Bizim
masanın yanından geçerken yine “bohça” muhabbeti döndüğünü duydum, hatta hatice
kolumdan tutup “bacım Şase nerden alınır? Diye sordu… ben henüz şase diyemiyor
olmamdan mütevellit kelimeyi tekrar etmeden “bilmiyorum hayatım, ben zaten
böyle gereksiz dayatmalara karşıyım, böylesine modern bir çağda damadın
annesinin sütyen bedenini sormak bana fazlasıyla tredişinıl” şeklinde bir cevap
verince kendisinde delüzyonel bozukluk olduğuna kanaat getirip antipsikotiiiiik
diye bağırarak nöbet geçirdi.
Ustalar
sabahın yedisinde fluid bed dryerın brülor ve soğutma fanındaki arızalardan
bahsediyorlardı, oysa ben hala rüyamda bankamatikten çektiğim osmanlı
paralarını nerede bozduracağımı düşünüyordum. Fluid bed ve brülor başka bir
gezegendendi benim için. Beni bu yüzyılda kimse anlamayacak, çağın birkaç
gömlek üstüyüm diye kendimi teselli edip sigara içmek için bahçeye çıktım.
Erkek egemen bir sigarasever topluluğu vardı yine, huohohoho öğöğöğö muhohğö
seslerini çıkararak neresinden tutarsan tut gülünecek hiçbir yanı olmayan
esprilere abartılı tepkiler veriyorlardı. Oysa geçen sabah gayri ihtiyari
ağzımdan dökülen, montunu giy yoksa don johnson cümlem niye öyle bir ciddiyetle
karşılanmıştı ki?
Mesai
başlangıcına 10 dakika kalmıştı, ve yukarı çıkacak olmak iyiden iyiye geriyordu
beni. Zaten, öğle tatillerinde soda almaya, sanayi bölgesinde tırların
arasından geçerek markete gitmek için 15 dakika yürümek zorunda olduğum bir
mesleği yıllar önce hangi akla hizmet seçmiş olduğumun sorgusunu hala içimde
çözememişken, bir de yerel halkın esprilerimi anlamıyor olması tamamiyle
hayattan soğutmuştu beni. Boş kağıt verip çıkmak istiyordum artık. Beyaz
önlüğümü giyerken birkaç dakika allah’a dert yanıp, eğer pozisyonumda bir
değişiklik yapmayacaksa istifa etmek istediğimi söyledim. Merdivenlerden
çıkarken ayağım takıldı ve yere kendimin fotokopisini çektim. İşte allah’ın
cevabı buydu bana. Amin yarabbim çok şükür verdiğin nimetlere diye dua ederek
masama oturup 58 sayfa rapor yazdım.
9 Aralık 2019 Pazartesi
Merhaba Sayın Dinleyen
Sizinle daha önce :D
Blogumun başlığını neden "Kayboldum Galiba" koydum onu açıklamak istedim ilk yazımda. Çünkü şuanda milyonların aklında tek bir soru var ve zaten halihazırda ağır vergiler altında ezilen halka bir darbe de ben vurmak istemem.
Niye ben böyle sürekli malak gibi yatmak istiyor, uzun zamandır hiçbir şeye hiçbir koşulda heyecan yahut istek duymuyorum diye düşünürken aslında kaybolmuş olabileceğim ihtimali belirdi kafamda. Sonra o ihtimal git gide bir gerçekliğe dönüştü ve nihayet teşhisimi koydum. Evet kaybolmuştum. Hayatın olağan akışında birşeyler oluyor veya olmuyor, ben onlara tepki gösteriyor veya benimsiyordum ama nerede olduğuma ve dahi ne yaptığıma dair en ufak bir fikrim yoktu. O sırada aklıma çok acayip bir fikir geldi, blog yazmak :D Hayattaki en büyük motivasyonu akşam köşe koltuğun tam köşesine uzanmak olan bir birey olarak birbirinden heyecanlı ve sürükleyici hikayelerle karşınızda değilim. Şimdiden özür dilerim herkest...
Blogumun başlığını neden "Kayboldum Galiba" koydum onu açıklamak istedim ilk yazımda. Çünkü şuanda milyonların aklında tek bir soru var ve zaten halihazırda ağır vergiler altında ezilen halka bir darbe de ben vurmak istemem.
Niye ben böyle sürekli malak gibi yatmak istiyor, uzun zamandır hiçbir şeye hiçbir koşulda heyecan yahut istek duymuyorum diye düşünürken aslında kaybolmuş olabileceğim ihtimali belirdi kafamda. Sonra o ihtimal git gide bir gerçekliğe dönüştü ve nihayet teşhisimi koydum. Evet kaybolmuştum. Hayatın olağan akışında birşeyler oluyor veya olmuyor, ben onlara tepki gösteriyor veya benimsiyordum ama nerede olduğuma ve dahi ne yaptığıma dair en ufak bir fikrim yoktu. O sırada aklıma çok acayip bir fikir geldi, blog yazmak :D Hayattaki en büyük motivasyonu akşam köşe koltuğun tam köşesine uzanmak olan bir birey olarak birbirinden heyecanlı ve sürükleyici hikayelerle karşınızda değilim. Şimdiden özür dilerim herkest...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)